30 Aralık 2010 Perşembe

Afili filinta emrah serbes'ten!-2

öyle çok alıntı yapmak iyi değildir bilirim. ama bazıları vardı ki, içine işler. al sana birtane daha!

72. kapanış konuşması

İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.

Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.

Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.

Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.

Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü. emrah serbes

29 Aralık 2010 Çarşamba

Nicholas was...



Nicholas Was...

older than sin, and his beard could grow no whiter. He wanted to die.

The dwarfish natives of the Arctic caverns did not speak his language, but conversed in their own, twittering tongue, conducted incomprehensible rituals, when they were not actually working in the factories.

Once every year they forced him, sobbing and protesting, into Endless Night. During the journey he would stand near every child in the world, leave one of the dwarves' invisible gifts by its bedside. The children slept, frozen into time.

He envied Prometheus and Loki, Sisyphus and Judas. His punishment was harsher.

Ho.

Ho.

Ho.

Neil Gaiman

eğlenceli eğitim:)


çok güzelmiş arkadaş.

türkiye'nin kapatmaları!

şimdi de fizy kapandı. müyap gerzeklerinin egolarını tatmin etme ayağına gitti fizy. bence çekememezlik. ayıp yani. sinir bozucu. adamlar ne güzel bir şey yapmış. hem de türklerin pek esamesinin okunmadığı bi alanda. senin gurur duyman, desteklemen gerekirken; yok şöyle, yok böyle diyip kapanmasına ön ayak ol. puştluktan başka bir şey değil.
sabah sabah sinirim bozuldu!

23 Aralık 2010 Perşembe

uzay boşluğu!


2001 a space odyssey'nin film müziklerini dinliyorum. uzay boşluğunda salınma hissi hasıl oldu tüm bedenime. her an yoğunlaşıp, uçmaya başlayacak gibi hissediyorum. hadi hayırlısı.

22 Aralık 2010 Çarşamba

deneysel kafalar!

ne kadar şirinim acaba?

"o kadar da şirin miyim? mesela ne kadar? bence çok. o kadar olsa iyi, sanki daha çok şirinim. kendimim diye demiyorum benden şirini yok."
"regl olmuş bir kadının monologları 1" adlı eserimizin sonuna geldik. şen ve esen kalın. sırada türkçe pop müziğin efsanevi ikilisi oya-bora var. "ara beni" şarkısıyla kulaklarımızın pasını silecekler. bizden ayrılmayın.

16 Aralık 2010 Perşembe

annemden gelsin!

annemin ettiği lafları yazacak başka blog açmak lazım aslında. şimdilik burdan başliim, çoğaldıkça düşünürüz. benim annemin her durum üzerine bi lafı vardır. kimisi küfür içerikli, kimisi belli ki eskilerden gelmiş. bayılırım bu laflara. sonunda aklım başıma geldi de bunları bir yere yazmaya karar verdim.
meselaj haftasonu yanlarındaydım. bütün gün az da olsa kar yağdı ve akşam olurken güneşin battığı yer acayip kızıllaştı. Annem "Yarın hava açacak." dedi akşam kızıllığına bakıp. Niye dedim. "akşamdan kızarırsa ertesine, ikindiden kızarırsa haftasına hava açarmış" dedi. ben de bravo dedim. ertesi gün hava günlük güneşlikti:) annemin kızılderili olduğundan şüpheleniyorum. sonuçta türkler'le kızılderililer aynı soydan gelmiyor mu o_O

14 Aralık 2010 Salı

istifa!

Hayatımda ilk defa bir istifa dilekçesi yazdım. enteresan bir duyguymuş:) yani dünden beri içime hasıl olan sıkıntının nedeni şimdi anlaşıldı. Hayatımın bir karın ağrısı vardı, osurdu geçti bi nevi. hissi kablel vukum güçlüdür ve yine beni yanıltmadı. bundan sonra önümüzdeki maçlara bakacağız. benim için yeni bir dönem başlıyor. cümle cemilimize hayırlı olsun sevgili din kardeşlerim.

13 Aralık 2010 Pazartesi

ne hüzünlü ve gıcık bir pazartesi!

İçimde huzursuzluk ve mutsuzlukla karışık bir gerginlik var. Hayırlısı!
Ulan şu pazartesileri çıkarsalar hayatımdan ne güzel olur be arkadaş. yani aslında haftada 3 gün çalışsak. salı, çarşamba ve cuma gelsek. mutlu olsak.
part time bi şeyler bakayım ben. bu böyle masa başında hayatını karartarak olmayacak!

8 Aralık 2010 Çarşamba

selamün aleyküm hemşerim!

sabah uyanır uyanmaz rüyamı hatırlayınca, yüzümde anlamsız bir tebessüm oldu. bir de burukluk vardı içimde. sanırım küçükken yolun ortasında kala kalıp annemi kaybettiğimi gördüğüm rüyalar gibiydi biraz. gıcıktı yani hissiyatı, fakat oldukça komikmiş anlatınca.
başlıyorum efenim. -ben hiç rüya görmediğim için sevindim de ayrıca bu rüyanın gelişine, belki bi şeylerin habercisidir.-
efenim bildiğin semih kaplanoğlu filmi gibi başlıyor rüya. taşlık bir yol. ama her yer taşlık, sağım, solum taşlardan oluşan tepelerle çevrili. ayağımın altındaki taşları hissediyorum. o derece:) sonra kameranın önünde duruyorum:) yani zihnimin:) arkama doğru bakıyorum, sonra ileriye doğru bakıp yürümeye koyuluyorum.
sonra bi düzlüğe geliyorum, yol ayrımı. yolun ilerisinde turistler (tiplerinden anlıyorum:) var bi şeyler yapıyorlar, çalışıyorlar gibi. izci kıyafetleri var üstlerinde ama. onlara sorsam mı diyorum ne tarafa gideceğimi, sonra dalga geçerler benimle deyip vazgeçiyorum. çünkü elimde ne harita var, ne pusula, ne bok, ne püsür. öyle yollara vurmuşum kendimi:)
yine taşlık, niye uçsuz bucaksız bi manzara.
sonra üç tane yaşlı amca görüyorum, bildiğin dede. burası neresi diyorum. "sağ taraf armut köyü, sol taraf bayburt" diyolar. ben hangisinden gideyim diye soruyorum, "Sağda bi şey yok buradan devam et" diyolar. Onlarla birlikte Bayburt'a doğru gidiyoruz. sonra yol birden ağaçlık oluyo. Yolun iki yanı uzun uzun ağaçlarla çevrili. İçlerinden birisi "İyi ki bize rastladın" diyor bana ve yürümeye devam ediyoruz. Sonra bir tren yolunun kenarına geliyoruz. iki tane kocaman tabela var. Birinde "Türkmenistan", diğerinde "Ermenistan" yazıyor:) (Ne alaka yaaaa:)
Sonra dedelerden birinin evine gidiyoruz. Tahta bir döşemeli, aslında her yeri tahta olan bir odaya giriyoruz. Duvarda bir haç ve ağır olduğu her halinden belli bir bakır mı altın mı bilemiyorum öyl bir çay kaşığı asılı. Sonra ben haçı görünce dedeye soruyorum: "Hristiyan mısın dede sen?". Sorum üzerine dedi diğer dedeye dönüp ona da söyleyelim mi diye soruyor. Sonra benim duvar sandığım bir tahta dolabı açıyor (aaa aslında burası bizim köydeki eve benziyor yaaa, bak şimdi hatırladım. dolabın minik tutamağını hatırladım şimdi. vay anasını:) içerinden arapça yazılmış eski gazeteler çıkarıyor. aralarında hürriyet'iin eski, siyah beyaz iki tane sayısı da var. ama bana gazete ne gösteriyor,, daha sonra ne oluyor hiç hatırlamıyorum. öylece kaldı.
sen rüya görme görme sonunda zirve yap saçmalıkta:)

6 Aralık 2010 Pazartesi

pazartesiye donnie darko ile başlamak!


bence güzel bir yöntemmiş. bir gece öncesinde izleyeceksin ama filmi. film biter bitmez uyumaya çalışacak ve uzun süre uyuyamayacaksın. tavşan frank gelir de çağırır diye diken üstünde olacaksın. her çıt sesiyle irkilecek ve "nooluyo len?" diyip kalkacaksın. belki içeride biri uyanıktır da yanına giderim diye umutla kapıyı açıp, boynu bükük bir şekilde tekrar yatağı boylayacaksın. bir süre sonra "ulan bu donnie ne ayaktır arkadaş?" diye derin derin düşünmeye başlayacaksın. sonra mışıl mışıl uyuyacaksın. bu zorlu uyku denemelerinden yorgun düşen bedenin sürünerek kalkacak yataktan ertesi sabah. işe gitmek daha da zorlaşacak. işe gelir gelmez ekşi'yi açıp donnie darko ile ilgili ne yazmışlar diye dalacaksın alemlere. sonra bir türlü çıkamayacaksın. esas donnie darko'nun sitesini keşfe çıkınca anlayacaksın daha her şeyin yeni başladığını. öyle böyle derken bi bakmışsın saat bir olmuş. hop pazartesiyi yarılamışsın bile. bak iyi numaraymış bu!

3 Aralık 2010 Cuma

saçmalamakta özgürsün bebeim!

yani bu sosyal mecra felan onun için yok mu? rahat rahat saçmalayalım diye. ama en saçmalamaya uygun yer tiviter bence. kötülemiyorum, yanlış anlaşılmasın. ben de giriyorum, saçmalamaları okuyorum, çıkıyorum. yani bi nevi "bi arkadaşa bakıp çıkacaktım" mevzusu. hepimiz bakıp bakıp çıkıyoruz. bir göz at, çık. böylesine derinliksiz her şey. 140 karakterde derinlik ne gezer diicektim, aklıma bir anda okuduğum bazı entryler geldi. yanılıyordum neredeyse, hemen döndüm. yamuldum:) tamam tamam göt oldum, oldu mu? kendimdeyim.
keşke hersek kendinde olsa.

2 Aralık 2010 Perşembe

Afili filinta emrah serbes'ten!

sen gittin ve herkes ölmeye başladı..

önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

31 mart 1998–Emrah Serbes

afilifilintalar

Emrah, sana buradan sesleniyorum! yapma koçum, yapma. yazık etme bize! daha da bi şey demem sana!

1 Aralık 2010 Çarşamba

orospu çocukları!

bıktım lan bu memleketin sorunlarından. kendi derdim bitti sanki, bi de bunları düşünüyorum! hayır düşünmek istemiyorum ama biraz sinirli bi insan olduğum için elimde değil. görünce sinirleniyor, hemen kara kara düşünmeye başlıyorum. en son olay (gerçi bu memlekette olay bitmiz ama) haydarpaşa'yı çatır çatır , göz göre göre yakmaları oldu. çok üzüldüm. çok sinirlendim. hemen küfür ettim. ana avrat düz gittim, söylemesi ayıp.
şimdi düşünün bi, haydarpaşa'yla ilgili kimin anısı yoktur sizce? hayır oraya gitmemiş, içine girmemiş, hiç trenle yolculuk yapmamış olsa bile insan, bakarak da hayaller kurabilir, orada kilitlenmiş anıları düşleyebilir. bunu kolaylıkla yapabilir her normal insan. öyle üstün bir hayal gücüne de ihtiyaç yok.
ama şu yeryüzünde öyle insanlar (!) var ki, bırakın böyle bir hayal gücüne sahip olmayı, insanlıklarından, ahlaklarından şüphe duyulur. onlarda hiçbir şeye karşı sevgi, saygı, ne biliim aşk, özlem yoktur. onlar para için yaşar, para için analarını bile satarlar. işte ben böyle insanları anlayamıyorum. anlayamadıkça, daha da sinirleniyorum.
hayır, nasıl oluyor yani? biri bana anlatsın yaaa! gerçekten anlamak istiyorum, bir nedeni olmalı, ülkeyi böyle satmalarının. bırakın ülkenin tarihi binalarını satmayı, suyumuzu satıyorlar bunlar. aç bunlar aç! kanımızı satacaklar yakında. onların kanı değersiz olduğu için bizimkine dikerler gözlerini!
açık ve net söyleyorum. bunların hepsi orospu çocuğu!
bu kadar! yazdıkça daha da sinirleniyorum.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Sketchbook'umu yayına açtım!

Benim ne eksiğim var deyip, bülentciğimin bana hediye ettiği defterime çizdiğim, öncesinde bir yerlerde çizdiğim, firihendde çizdiğim, kesip kesip yapıştırdığım hayalürünlerim burada:)

"Slice of life*" Kolajları-2



Bunun bir eksiği var onu da ekliim de tam olsun! O evde, duvarımda asılı. En güzelim o! My precious.

"Slice of life*" Kolajları




*Dexter'a göz kırpmaca.

çiziktirdikdikdiklerim-6



Uzaylıları seviyorum! Keşke bi tani görsem.

çiziktirdikdikdiklerim-5





Totişop şeylerim



Eheheheh, cem çok gomik yeaaa!

Astro Boy Kolaj

Freehand style-3



Eylemlerim devam edecek!

Freehand style-2




Freehand style-1





25 Kasım 2010 Perşembe

Kavramsal sanat meselesi!

Birkaç gündür, nereden aklıma düştüyse, kavramsal sanat'ın ne olduğuna dair araştırma yapıyorum. Merak işte! Şöyle benim de anlayabileceğim bir açıklama bulamamıştım. Herkes bilmiş bilmiş ahkam kesmiş bu kavramsal sanat meselesiyle ilgili. Ama biri de çıkıp benim gibi insanların da anlayabileceği şekilde kavramsal sanatı anlatmamış. Ekşisözlük'teki bir yorum anlamama daha doğrusu kavramın netleşmesine yardımcı oldu:
"kavramsal sanat, nam-i diger conceptual art kendine cikis noktasi olarak kavram i, ya da edim olarak kavramayi alir. sanatcinin urunu, yani sanat eseri aslinda fiziksel, alinir- satilir, muzeye konulur, babadan ogula gecer bir obje degil, sanatci ile izleyici arasinda gelisen basi sonu acik bir diyalogtur." felicia
bu kadar yani. niye uzatıyosunuz lafı. bak ne güzel özetlemiş:)

bi de şöyle bir yorum var ki, pek şahane:
"bence burada "eser"i üreten değil, seyredenlerdir artık sanatçı. sanat yapanın değil bakanın gözündedir adeta.

ortada sanat eseri etiketiyle duran bir bok (evet, bildiğiniz bok) varsa, o boku sanat eseri olarak algılamamı sağlayabilecek tek unsur ona yükleyeceğim kendi anlamlarım, kendi kavramlarımdır. o halde burada sanatı asıl ben yapmış olmuyor muyum?
boku oraya koyan kişinin tek yaptığı benim o boktan bir sanat eseri çıkarmamı sağlamaktır olsa olsa...

bu noktada kavramsal sanat kavramsal açıdan pek şahane, ama kavramsal sanat yapıyorum diye ortaya çıkan adamların kafalarını o boka batırıp ekspresyonist sanat olarak sunasım geliyor." soulstalker

şurda bi şey öğrenmeye çalışıyoruz, burnumuzdan getirdiniz vallaha! özet geçilsin hep.

23 Kasım 2010 Salı

başka bayram da kalmadı!

2011'in tüm tatillerini de yedik. takvimlere bakıp özlemle bekleyeceğimiz tatil de kalmadı. çok mutsuzum be atam!
bayram çocuklara güzel ben bunu bilir, bunu söylerim. ben hiç bi şey anlamıyorum. küçükken ne güzeldi. bi bok yapmasan bile mutlu oluyordun. saf gibi.
yine gelicem.

11 Kasım 2010 Perşembe

bu sene kararlıyım! o battaniye bitecek!

başlayalı kaç yıl oldu acaba? o yıl aya ilk insan çıkmıştı galiba!! yok yok, daha önceydi.
oha yani, o kadar süründü ki o battaniye, yakında dile gelmesinden korkuyorum.
hadi hobaaa!

nimetle yaptıklarına bak yaa! güzel olmuş ama.


Last Leaf

OK Go | Myspace Music Videos

10 Kasım 2010 Çarşamba

sabah sabah!

bugün içimden bi sevgi kelebeği çıksaydı... günaydın sokakta yürüyen ve yere ciğerlerini tüküren yaşlı amca, günaydın sana sürekli kornaya basıp asap bozan otobüs şoförü, günaydın sana arkamda oturup gripli burnunu sürekli çeken kokoş abla, günaydın gürültü, günaydın kargaşa, günaydın her gün geçmekten sıkıldığım yollar diyerek güne başlardım. ama bugün de çıkmadı. lanet!

8 Kasım 2010 Pazartesi

düşmanına bile söylenmeyecek bir laf!

emrah serbes'in bir aforizmasında okudum biraz önce: "Fitzgerald aralarının bozulduğu bir dönemde Hemingway için şöyle diyor: “Hemingway insanlara elini uzatır, ama sadece kendisinden yukarıdakilere.”...
acayip etkilendim laftan. nasıl bir şey yaptıysa hemingway, karşısındaki böyle bir laf etme gereği duymuş.

bu da bitti!

6 haftalık yaratıcı senaryo yazarlığı semineri bitti. bi hüzün kapladı içimi. halbu ki ne güzeldi. niye bitti ki! oh mis, film izle, incele falan. pazar gününe yakışan bi etkinlikti. insana senaryo yazmayı hayal ettirmesi bile güzeldi. "belki yazarım lan!" dedim kendime sık sık, şu an olduğu gibi "belki yazarım lan!". dağılın lan burdan beynimin içindeki sesler. bağırarak konuşmayın bi!
sonra işte bize sertifika verdiler, aldım elime sertifikayı döndüm arkadaşlara "benim canım güzel ülkeme!" didim! alkış koptu bi, gözlerim doldu. sarıldık sonra topluca. hemen taksim'de buluşalım, içelim geyiği yaptık. şaka lan şaka, vallahi öyle sessiz sessiz dağıldık elimizde sertifikalar. duvarıma diplomamın yanına astım sertifikayı. gurur tablosu yaa! şerrefsizim çok acayip bi insanım.
yazacam lan o senaryoyu! çektirecem sonra da michael haneke'ye de! parasıyla değil mi arkadaş o_O

4 Kasım 2010 Perşembe

almadovar'a yakışmadı!

Dün akşam uzun süredir izlemek istediğim Los Abrazos Rotos'u izledim. İzledim de ne oldu? Hayal kırıklığı, pişmanlık, şaşkınlık gibi duygular hasıl oldu bünyeye. Hiç beğenmedim filmi. Karakterler hiç işlenmemiş, senaryo kopuk, o da olsun, bu da olsun derken elinde patlamış bi final falan falan. gel sen çek deseler, ben daha kötüsünü yaparım tabii ama almadovar yani söz konusu olan. o yüzden üzüldüm. nerede konuş onunla ya da annem hakkında her şey, nerede bu "kırık kucaklaşmalar". türkçe adı da çok komik bu arada filmin. bi de pedro abim en güzel senaryom demez mi? ulan bi düşündüm, ben nerde hata yaptım diye? ama yok ya, film bariz kötü. almadovar gaz vermiş izleyicilerine o kadar. ne yapsam yer bunlar misali olmuş. ama yemezler pedrocuğum:) olmamış.
ama senden ümidimi kesmiyorum, bir dahaki iyi olacak, inanıyorum.
hadi bakalım canım, öpüyorum seni.

26 Ekim 2010 Salı

tembellik yapmak tek düşlediğim!

bu aralar kendimi bile kendine şaşırtacak hareketler çiziyorum. yazıyorum . bildiğin uzun uzun, düşüne düşüne, kurgulaya kurgulaya yazıyorum. hocam kritik geçiyor, ben düzeltiyorum, tekrar yazıyorum. ilk defa yılmıyorum. yılacakmış gibi de görünmüyorum. bu hikayenin senaryo haline gelibeleceğini bile düşlemiyorum ama sanki çekilecekmiş gibi yazmak istiyorum. hadi hayırlısı. bana bi haller oldu sevgili günlük. cüce cemil'i düşünmeden edemiyorum. hayatı benim ellerimde. öldürsem mi sonunda, yoksa yaşatsam mı? bakalım kaç versiyon daha yazacağım?
hadi bakalım sevgili günlük...
öpüyorum seni, kardeşine selam....

12 Ekim 2010 Salı

ayrıca...

"...and it takes a lot of whiskey
to take this nightmares go away..."
der tom amca blue valentines adlı şarkısında! ne güzel der. hımmf:(

bugünü tom waits günü ilan ediyorum!


tom waits günümüz kutlu olsun. haleluya tom amca. bu yağmurlu ve kasvetli günlerde hayatımıza anlam katacak bir sen varsın. allah senden razı olsun hocam.




tom waits günü, bir haftaya yayılan etkinliklerle devam edecek. en güzel tom waits şarkıları sizinle olsun.

7 Ekim 2010 Perşembe

Dedem gitti!

:(
Cebinde tadellelerle...
annemi yetim bıraktı gitti.

1 Ekim 2010 Cuma

düzeltme

vimeo'nun kapatılma nedenini biraz önce okudum. bir chp'li vekilin şikayeti üzerine gerçekleşmiş bu kapatma. tayyip değilmiş!! hepsi aynı değil mi? al birini vur ötekine. yasakçı zihniyet her yeri sarmış. neden o videoyu siteden kaldırtmayı denemediniz? neden komple kapattınız siteyi? benim aklım almıyor. bu başı ağrıyan bi insanın kafasını kesmesi gibi geliyor bana. başka bi şey değil.
bu ülkede hükümetler değişse de zihniyet hiç değişmez. iktidar kimin elindeyse halkla kedinin fareyle oynaması gibi oynar. akp'nin karşısına chp'yi koyuyoruz ya. akp tü kaka, chp halkın yanında. nah yanında. hepsi aynı bok be! olan bize oluyor. hepsi kötünün iyisi.
allahım sabah sabah depresyona soktular beni.

hangimiz tayyip'in kapatması değil ki?


millet olarak tayyip'in kapatması olduk. eve kapattı bizi. kapıya çıkmak yasak. pencereden bakmak yasak. perdenin kımıldadığını görürse dövüyor. bizi çok sevdiğinden mi yapıyor dersiniz? bizi çok mu kıskanıyor dersiniz? sanmam. bir şeylerin intikamını alıyor gibi geldi bana. öyle kös kös oturalım, okumayalım, gezmeyelim, konuşmayalım, izlemeyelim, kafamızı yormayalım, hep onun yolunu gözleyelim istiyor.
ne olucak peki? biz beyimizi çok mu seviyoruz? dayak yemekten, ezilmekten, kısıtlanmaktan çok mu hoşlanıyoruz? o ne derse olur mu diyeceğiz bundan sonra? ne olacak, çok merak ediyorum. kıçımızın üstüne oturmaya devam mı edeceğiz?
facebook kapatılıncaya kadar kimsenin gıkı çıkmayacak gibi geliyor bana.
içim karardı sabah sabah.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Cennetten kovulma!

Havva elmayı yemiştir.
...
"Bizi dışarı attılar. Bu çorak bozkıra attılar bizi, ardımızdan kapıları kapattılar. Oysa kimsenin zararını istememiştik. Üç ay oluyor. Bilgisizdik o zaman, şimdi ise bilgi yönünden zenginiz çok. Ne zenginiz ya! Açlığı, susuzluğu, soğuğu öğrendik; hastalığı, acıyı, üzüntüyü öğrendik; nefreti başkaldırmayı, aldatmayı öğrendik; iç ezikliğini, suç ile suçsuzluğu aynı sayan vicdanı öğrendik; beden ile ruhun yorgunluğunu, dinçleştirmeyen uykuyu, dinlendirmeyen dinlenceyi,cenneti bize geri getiren, uyandığımız an gene alıp götüren düşleri öğrendik; yoksulluğu öğrendik; işkenceyi, gönül kırgınlığını öğrendik; kibri, taşkınlığı, çekememezliği, ikiyüzlülüğü öğrendik; saygısızlığı öğrendik; sövmeyi öğrendik; doğruyu yanlıştan ayırt etmesini, birinden kaçınmayı ötekine yönelmeyi öğrendik; ahlak duygusunun sonuçlarını bütün zenginliğiyle öğrendik, şimdi hepsine sahip durumdayız. Cennette bir saat kalmak için hepsini verirdik bunların..."

Mark Twain / Adem'le Havva'nın Güncesi

ahlak nedir?

Şetan ile Havva arasındaki bir diyalog.

...
"İyiyi kötüden ayırt etmesini bilen kimse var mıdır hiç?"
"Hayır, cennette yoktur."
"O bilgiyi kazandıran nedir?"
"Ahlak duygusu."
"Nedir o?"
"Önemli değil. Sende bulumadığına şükret."
"Neden?"
"Çünkü bir aşağılamadır, bir yıkımdır bu duygu. Onsuz yanlış işleyemez insan, o olursa işler. Dolayısıyla tek işlevi vardır bu duygunun: sana nasıl yanlış işleyebileceğini öğretmek. Başka hiçbir şey, ama tek bir şey bile öğretmez.Yanlışın yaratıcsıdır bu duygu. Ahlak duygusu ortaya atmasa, yanlış diye bir şey var olamaz."

Mark Twain / Adem'le Havva'nın Güncesi

27 Eylül 2010 Pazartesi

çalışkan öğrenciyim ben

ders notlarımı temize çektim şimdi:) ehehe. çok hoşuma gitti. bu öğrencilik iyiymiş lan aslında zamanında değerini bilememişiz.
artık ödevi yapmak için zamanım kalmadı. it is time to sleep.
onu da yarın yaparım. allahım ne kadar sorumluluk sahibi, hırslı bir öğrenciyim.
vay anasını, hiç beklemezdim kendimden.
=dur bi, iki-üç hafta geçsin görücüm ben kendimi:) malını bilen kaptan.
hadi yatalım artık.
dexter'ı da izledim ya artık yatabilirim. akşam akşam amma iş yaptım haaa.
vay bana, vaylar bana

unuttum lan yazmayı!

dün yaratıcı senaryo yazarlığı kursum başladı. pek bi keyif aldım. akşam gidip notlarımı temize geçicem:) tıpkı eski günlerdeki gibi. ne zaman yaptıysm böyle bi şeyi. yalannn! insanın kendini yalan söylerken yakalamasının tadı bi başka oluyor hea:)
Hoca süper, Mehmet İnan. Hiç durmadan anlattı. Rıhtımlar Üzerinde'ye farklı bir gözle izledik. pek güzeldi. çok hoşuma gitti. iyi ki de gitmişim. gelecek pazarı sabırsızlıkla bekliyorum. belki bu etkinlik pazar günlerini sevdirir bana. hadi bakalım.
akşam bi de ödev yapcam. vay be ödevim var yapmam gereken. değişik bir hissiyat. yıllar sonra gelen ödev ayşegül'ün hayatını değiştirmiş, hayata sıkı sıkıya bağlanmasını sağlamıştı. hemen her şeyi ödeve bağlamayalım oolum. kısa kes.
böyle yani.
hayırlı günler

haftasonlarıma bayılıyorum serisi

evet haftasonlarına bayılıyorum. bu kadar yani. hayat felsefem olarak değerlendirebiliriz. hele de böööle sinemadır, konserdir dolu dolu geçiyorsa. daha bi bağlanıyorum cumartesi'ye, pazar'a. yalan olmasın pazar gününe bağlanmam söz konusu olamaz. cumartesi gözdemdir benim.
cumartesi akşamı gittiğimiz mükemmel medeski martin & wood konserinde kendimizi alkolün kollarına bırakıp, çok pis sarfoş olduk sevdiceğimlen. şu an boğazım ağrıyor. ben dün akşam yediğim dondurmaya bağlasam da çevremdi bi kısım insan soğuk biradandır diyorlar. ben bi biranın insana kötülük yapabileceğine pek imkan vermiyorum. dondurmadandır o, kesin.
dün gece boğazımdaki gıcık uyukqtmadı benim, sürekli su içtim. bi de sıcaktı. çok saçma bi geceydi benim için. böyle geceler yaşanmasın istiyorum. allahım duy beni.
o zaman see you then.

23 Eylül 2010 Perşembe

Antiasit, Antireflü


Anlaşılacağı üzere bir süredir reflü şikayetim var. Doktora gittim mi? Hayır, ama bilebiliyorum ben, kendim. Mide boruma oturmuş bir yumru vardı birkaç gün öncesine kadar, şimdi yavaş yavaş etkisini kaybediyo. Tedavi ediyoruz onu. Doktora gittim mi? Hayır, tabii ki. Ben biliyorum ne kullanacağımı. İyi geldi hem de ilaçlar. Doğru ilaç olduğunu biliyordum.
Doktorların mesleğine saygım sonsuz ama doktora gitmeyi hiç sevmiyorum. Geriliyorum doktora gitme durumundan dolayı. Böylesi iyi. Geçmezse giderim.
Bir süre tüm kötü alışkanlıklarıma son verip, biraz da az düşünüp, daha az stres yaparsam her şey güzel olacak.
İnanıyorum.

16 Eylül 2010 Perşembe

13 Eylül 2010 Pazartesi

bu pazartesi bana gaz yaptı!

bıraktım ben de çalışmayı...

Lafayette'den gelsin o zaman

i think over again my small adventures, my fears.
these small ones that seemed so big.
for all the vital things i had to get and to reach.
and yet there is only one great thing.
the only thing.
to live to see the great day that dawns.
and the light that fills the world.

Trueblood 3x7

What a strange days!

Son günler çok hızlıydı. Bayramdı, referandumdu derken, hayat birden karıştı. Bakalım bundan sonrası nasıl olacak? Biraz gıcık bir ruh hali. Belirsizlik hakim. Önümüzdeki maçlara bakacaaaaz.
O zaman oynatalım uğurcum.

7 Eylül 2010 Salı

yapılır ki bu o_O



yap o zaman!

Gianluigi Perfecto!



Gianluigi Toccafondo, San Marino dolaylarından yetenekli bir insan. Birçok kısa film yapmış. Bu izlediğiniz 1989 tarihli La Coda'da Buster Keaton filmlerinden 1200 sahne kullanılmış. Sahneler fotoğraflanmış, çıkışları alınmış, boyanmış ve sonra 35 mm kamerayla kaydedilmiş. Bayaa uğraşılmış yani. Dikkatli izleyin:)

6 Eylül 2010 Pazartesi

Tomek Baginski / Katedral

The Cathedral (2002) - Tomek Baginski from Ludik on Vimeo.



Çok etkileyici bir kısa daha. Daha önce Fallen Art adlı kısasını izlemiştim. Bu ondan daha güzel.

farkımız yok!

El empleo from Hayyam on Vimeo.



çok etkilendim doğrusu!

true bloody sunday!

tüm pazar günümü true blood izleyerek geçirdiğime inanamıyorum. bilgisayarı her kapatışımda, bu defa izlemiicem diyorum. yarım saat geçmeden 'ay wanna do bed tings vit yuuuu' diye mırıldanırken buluyorum kendimi. kafa gitmiş, bilgisayar açılmış, cd konulmuş, bilgisayara kopyalanmış. vay didim gençlik diyip, canım vampirlerimi izliyorum.
dizinin ilk başlarında romantikliğimin vermiş olduğu gazla bill'e abayı yaktım. sonra o saç ne lan öyle, ulan hep de aynı bakılmaz ki diye diye soğuttum kendimi heriften. (bu arada bu adama karşı ilk duygularım değilmiş. starter wife'da da hastaymışım. okuyunca onun o olduğunu anladım:) ve sonra eric saçlarını kestirdi, bir güzel balyaj yaptırdı. ooh mis gibi. şimdi eric de eric.
canım sevgilim bunları okumuyorsun di mi?
senin yerin ayrı, onların yeri ayrı:) hem onlar gerçek değil ki bir hayalden ibaret!
neyse bir pazar gününü yatıp yuvarlanıp, dizi ve sudoku arasında geçirdim. arada gazete okumaya çalışsam da yerim ulan hepinizi deyip attım elimden. gerçek dünyadan kopmam lazım benim.

yerim lan hepinizi!

burda bi şey yapmaya çalışıyorum kimsenin ilgilendiği yok. hasta numarası yapmak zaten beni çileden çıkarıyor bir de kimse ilgilenmeyince iyice kuduruyorum. arada inlerken buluyorum kendimi. bir insan evladı da neyin var kuzum demiyor. hay mınakey yani. talinim olsa sorardı, yalanımı kuvvetlendirecek bir iki atraksiyon yapardık.
mevzu mühim, izin aliim desen vermiz ibnetor. yapcak bi şey yok, uzman olduğum tek konuya başvuriiim dedim. tabi ki yalan. ama ööle kimsenin canını yakmayacak türden nolduğu için içim rahat.
ama bazen annem ya da babamın hastalandığı yalanını uydurunca biraz tırsmıyo değilim. sürekli bir tedirginlik hali vuku buluyor bünyede.
bir kere cumartesi çalımamak için yalan atacaktım, çok sevdiğim bir amcam öldü gerçekten işe gidemedim. ondan sonra bende bir korku kaldı.
atıyorum ama, naapim. bu hayat beni böyle yaptı. burnum uzamıyo allahtan:)

3 Eylül 2010 Cuma

ve ayşegül true blood izlemeye başlar:)


bill'e karşı boş değilim.

tahtaya vur tahtaya!

hiç anlamamışımdır bu tahtaya vurma meselesini. sabah bir yerde okudum, bayaa eskilere dayanıyormuş bu tahtayla olan ilişkimiz. bana mantıklı geldi. siz de okuyun, eminim size de gelecek. gelmezse tahtaya vurun. hepsi geçer o_O kafa gitti!
"Niçin tahtaya vuruyoruz?

Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır. Ağacın yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna inanılıyordu. Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde birbirinden bağımsız olarak gelişti. Önce milattan önce 2000'li yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde, sonra da Ege'de Helen uygarlığında.

Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti. Amerika yerlileri meşenin, Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu yer olduğuna, Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı. Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adim daha ileri götürdüler. Bu ağacın köküne vurarak, ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı Tanrı ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını istiyorlardı.

Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine taşıdılar. Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir çarmıhta öldürülmesi yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde orijinal tahta haçın küçük bir parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve isteklerimi gerçekleştir" anlamına geliyordu.

Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz değişti. Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken, Mısırlılar incir ağacını, Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine önem vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.

Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan eski Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar. Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı hala devam ediyor..."

27 Ağustos 2010 Cuma

bu ağustos ayından bi cacık olmaz!

valla bu ay senin için pek bereketli olmadı sevgili biloğum. seni çok boşladım, arayıp sormadım, adını bile hatırlamadım:) şaka şaka o kadar değil.
valla bu ay dolu dolu geçti ondandır. tatil, yangın, iş yerinden nefret derken ana bi bakmışım eylül gelmiş. eee hal böyle olunca seninle ilgili tüm planlarımı eylüle bıraktım. ama yemin ediyorum, eylül ayında sana her gün yazıcam. bıkacaksın benden, yorulacaksın, arada erör vereceksin. bunlara hazır ol. yine ağzına bir parmak bal çalıp uzaklaşacağım gibime geldi. bak sen yine iyisin iki tane daha biloğum var onları hiç aramıyorum. sen benim ilk göz ağrımsın.
dur bi onlara da gideyim. gönüllerini alayım.
öpüyorum gözlerinden.
araya uzatmiicam söz.

20 Ağustos 2010 Cuma

her şey gibi seni de ihmal ediyorum!

evet sevgili biloğum, bu bir özür! her şeyin farkındayım. dönemedim hala normal hayata. dönücem sana en kısa zamanda. söz.
delikanlı sözü :)

obur kirpi, mantarımı yedi!

10 Ağustos 2010 Salı

karadeniz beni çarptı!

hem de nasıl çarptı! aklımdan hiç çıkmıyor, sürekli tatilde dinleğimiz müzikleri, gezdiğimiz yerleri araştırıyorum. bire bir tanık olduğum hes gerçeğiyle ilgili okuyorum. sürekli takipteyim. ama fakat lakin işteyim ve çalışmak zorundayım. değil mi? hiç bitmeseymiş keşke şu tatil. birkaç kere daha kaçkar'a çıkmaya razıyım:)
tatil anılarımı uzun uzun değerlendireceğim bir yazıyla karşınızda olacağım efenim. şimdilik bu kadar. şen ve esen kalın:)

29 Temmuz 2010 Perşembe

güne güzel başlamak için...




Bu zekice kurgulanmış illüstrasyonların sahibi Noma Bar. New York Times, Esquire, The Guardian için çizimler yapmış. Süper yetenekli bu insanı canı gönülden tebrik ediyoruz. Kısa kesiyoruz.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

When you are sleeping...




Bebeği uyurken, annesi rüyalarını fotoğraflamış. Pek güzel olmuş:)