21 Şubat 2011 Pazartesi

Ben

Birinci tekil şahıs. Ben.

Tekilliğimi tüm hücrelerime kadar hissediyorum.

Hayat ve ben. Baş başa, saç başayız. Kim galip gelir? Biliyorum cevabı, fakat dile getirmek istemiyorum. Korkuyorum. İç sesimin dile gelip, duyduklarıma inanamamaktan korkuyorum.

Baştan başlayalım. Çirkin ördek yavrusu olarak başladığım şu hayatımda, bu psikolojiyi bir türlü üstümden atamayıp devam ettim hayatın çakıllı yollarında. Dere tepe düz gittim, büyüdüm her köşebaşında. İçimi aydınlık tutamadım, karanlığa doğru dallandım, budaklandım. Hep acı duydum, kaygılandım. İnsanlığa üzüldüm, ölenlere, öldürenlere, en çok da kendime. Her şey beni bulurdu. Hayat, bu kadar basitti. Hayatın sadece beni gözettiğini düşündüm. Kendimi merkeze koydum, egomu eller aldı. Ben, herkes için vardım. Herkes, kendi için. Düşünmek benim işimdi. Beynim durmaz konuşurdu, taa küçüklüğümden beri. Bir ses vardı benden içeri, konuştu durdu yıllarca. Beni susturdu kimi zaman, dinledim durdum zırvalarını. Öyle, böyle derken bir bakmışım yaş olmuş otuz. Bende pek bir ilerleme emaresi yok. Kıt’a dur pozisyonundayım.

Dank eder bir gün kafama, hayatın geçtiği belki. İş işten geçer, aşık ayşegül göçer gider. O kesin, belli.


zın zın zın

16 Şubat 2011 Çarşamba

Bir kitap okudum, her şey normal!

Alain de Botton'ın Romantik Hareket*'ini okudum geçenlerde. Okurken, kitapta geçen kişilerin isimlerini üşenmedim tek tek yazdım. İlginç geldi bu kadar çok olması. şimdi kitapta ismi geçen şahısları buraya diziyorum, burada olan el kaldırsın:
Thales, Heraklitos, Platon, Saint Agustine, Hobbes, Hegel, Schopenhauer, Marx, Rodin, Klimt, Oscar Wilde, Andy Warhol, Cyril Connolly, Jean-Luc Godard, Jean Seberg, Jean Paul Belmondo, Mozart, John Ford, Sartre, Manet, Degas, Henri de Toulouse-Lautrec, Pissaro, Truffaut, Dickens, Whistler, Monet, Aristo, William Faulkner, Goethe, La Rochefoucauld, Berkeley, Nietzche, Konfüçyüs, Tolstoy, Beckett, Ruth Benedict, Miskima, Krishnamurti, Alan Watts, Klein, Freud, Donald Winnicott, Darwin, Montaigne, Jenny Holzer, Hitler, İdi Amin, Flaubert, Amelie Rorty, Troçki, Rousseau, Picasso, Pavlov, Jean Piaget, Stendhal, Kant, Husserl, Heiddeger, Descartes, Lewis Caroll, Dante, Galileo, Gassendi, T.S. Eliot, Nabokov, Chamfort, Chopin, Schubert, Pascal, Titian, Horatius, Sokrates, Wittgenstein, La Mettrie, John Dryden, Shakespeare, Keats, Marilyn Monroe, Ravel, Wordsworth, Richardson, Tom Stoppard, George Bernard Shaw, Van Der Weyden, Botticelli, Bach, Pergolesi, Ray Charles, Aretha Franklin, George Santayana, Baudelaire, Rimbaud, Laplanche, Pontalis, Bergman, Harold Pinter
*Bence okunsun, oldukça eğlenceli bir kitap.

Evim evim güzel evim:)



Toki'den ev çekilişine katıldım, bana da bu çıktı. biraz türbeye benziyor ama olsun. sonuçta istanbul'da evin olunca kendini padişah gibi hissediyorsun. artık evim var deyip, toplu taşıma kullanmaya son verdiğimi zannetmeyin. gördüğünüz üzre yeşil akbilim ve ben hep yollardayız, halkın arasındayız, tebdili kıyafetle. hasodabaşım ülkü'yü de unutmayayım, zira fotoğrafı kendisi çekti.

14 Şubat 2011 Pazartesi

günün isimleri!

kız olursa, gıybet. erkek olursa goygoy.
erkek olursa hıncal'ı da düşünebilirsiniz, kendisi zira en büyük goygoycu. ama kim gidip oğluna hıncal adını koyar bilmiyorum!

13 Şubat 2011 Pazar

dünden kalanlar, bugüne taşanlar!

insan yıllar öncesine ait mektupları bir anda karşısında bulunca, bir garip oluyor. zamanında döne döne okuduğun satırları, ilk defa okuyormuşcasına heyecanlanmak ne güzel bir şey. hala heyecanlanabiliyor olmak ve o günleri gözünde canlandırabilmek, yeterince yaşlanmadığımı hissettirdi bana. hala hatırlayabiliyorken o büyük hasreti yeniden yaşamak. keşke o zaman benim yazdıklarımı da okuyabilsem. hayatımda neler değiştiğini görebilsem. stres, sıkıntı ve mutsuzluk kapasitesi bakımından pek bir şeyin değişmediğini karşılaştırmadan da anlayabiliyorum. bu da bana özel bir özellik, bana has:)
insan nostalji yapınca, duygusal oluyor.
tüm duygusallığım şu an televizyonda izlediğim orkid reklamı aldı götürdü. o ne la!!! (behzat ç. tepkisi)
hay sizin yapacağınız reklamı, bırakmıyorlar ki daha iyisini yapalım. neymiş büyük ajans deneyimim yokmuş. siktirin gidin! daha ağır konuşmadan bu entry'i de burda bitireyim bari!
hadi hayırlı tıraşlar!

11 Şubat 2011 Cuma

ille de jazz!

valla geldim ve yazıyorum. bu akşam altnokta'da sarp maden quartet konserine gittik. iyi ki de gittik. çok da güzel olmuş. önceden niye gitmemişiz. keşke gitseymişiz:)
bir insanın sess olmasına şahit oldum. çaldığı enstrümandan çıkan çıkan sesin, vücuda gelmiş halini gördüm bu akşam sarp bey'de. adam çalmıyor sadece, sesin de bedeni oluyor. ağzıyla sesin çıktığı nokta olurken, bedeniyle hayat veriyor o sese. inanılmazdı. belki başka müzisyenleri de bu kadar yakından görsem, daha bir bütünleşmeye tanık olurdum. bu ilkti ve güzeldi.
altnokta, insanı yabancı bir filmdeki jazz bar ortamına sokuveriyor. böyle bir mekanın taksim'deki varlığı bizi ilk anda şoka uğrattı. gayet boş ve gayet sakin. sonra dörtlü çıktı sahneye, tam moda girdik. sarp maden ve saz arkadaşları ikinci icraatlarına geçecekken tuncel kurtiz ve ailesi geldi yan masaya oturdu. o da güzel bir enstanteneydi. her şarkıda, her soloda alkış hevesi vardı dayıda. güzeldi, tarifsizdi.
sonra şarkılar geldi ardı arkasına. köşeler, yaprakların arasından ay gibi gibi. oldukça keyifli bir akşamdı.
müzisyenlerin kendi aralarındaki o sözsüz iletişime yainen tanık oldum. her notada birbirlerine bakıp, gülüyorlar ve bizim bilmediğimiz bir dilden konuşuyorlardı. iyi ki de bilmiyorduk, bilsek büyüsünü yitirirdi her şey.
sonra tuncel kurtiz küçük oğlunu cami avlusuna bırakır gibi karısı ve büyük oğluyla kayboldu. nerdeyse ufaklığı bize götürcektim, öylesine üzüldüm. gerçi o eğleniyordu, mutluydu halinden. bu işte bi tuhaflık vardı:) ülkücü gençlik, tuncel dayıya "goygoycu" sıfatını takmıştı bile. biz gerçekleri ardımızda bırakıp uzamıştık mekandan.
çeyrek kokoreçle kapadık akşamı.
jazz üstü geleneksel bir lezzet iyi gitmişti. keşke sevgili de yanımda olsaydı. çünkü akşam güzeldi. kahkahalarla doluydu. onun gülüşleri de eksik olmasaydı benimkinin yanında. bir dahaki sefere diyip, geceyi noktaladık.

2 Şubat 2011 Çarşamba

ölüm, bir an geliverir!

bugün defne joy foster'ın ölüm haberini duyduğumda gerçekten şok oldum. telefonun diğer ucundaki sevgilimi sinir edecek kadar "şaka mı yapıyosun?" sorusunu tekrarladım. yaa çok gençti daha, daha yeni anne olmuştu, hayat doluydu, acayip neşeliydi hani... ölüm bir anda, haber vermeden gelen misafir gibidir. kapıda öylece bitiverir. ısrarcıdır. alır, götürür. arkasından bakakalırsın.
çok acayip üzüldüm. hiç tanımazdım ama hep severdim. gerçi bu dans yarışmasındaki "histerik" halleri biraz gıcık etmişti beni ama yine severdim.
güle güle defne:(