30 Nisan 2010 Cuma
Cheesecake sevmem ama, bu möhteşem:)
Kosmos üzerine...
Kars'a düşen adam
Reha Erdem ‘Kosmos’da nihayet özleneni, bekleneni (en azından benim tarafımdan!) yapmış. Tanımlı bir coğrafya parçasından tamamiyle sentetik, yapıntı bir ‘yer’ kurmuş. Bu yer artık hem Kars değil bambaşka bir yer, ama aynı zamanda tam da böyle olduğu için bambaşka bir bakışla Kars. Burada bir paradoks yok, tam tersine. Erdem, ‘Beş Vakit’de ya da ‘Hayat Var’da, yeniden kurmaya çalıştığı ‘köy’ün, ‘şehir’in ya da ‘Boğaz’ın içine Türk sinemasının ve edebiyatının köy ya da kent fikirlerinden, çiğnenmiş, aşınmış bir problematikden devşirme bir öz zerk etmeye çalışmış ve bence sonuç özenti olmuş idi.
‘Kosmos’da ise bir nevi ‘funky Çalıkuşu’, ‘yeniden formatlanmış Yaban’ veya ‘Hakkâride Bir Mevsim’ dünyasında ya da ‘Hayat Var’da olduğu gibi gümbür gümbür Mine Koşan’ın altında ezilen Balthus kızları âleminde değiliz. O yüzden her şey birden hesabı verilebilir, gerekçelendirilebilir, ‘anlaşılır’ hale geliyor; teatral köylüler, başkahramanların tuhaf ve stilize oyunculukları, eski bir mankenin canlandırdığı köy öğretmeni gibi mükemmel buluşlar... En önce son dönem Türk sinemasının fetiş muhabbeti ‘ses kullanımı’ ilk kez bu filmde gerçekten bir şey diyor bize. Islıklar, top gürlemeleri, telsiz sesleri, hayvan çığlıkları, inlemeleri, solumaları, hırlamaları, gürültüyle müzik arası elektronik ilaveler, kahramanın tuhaf konuşması... Film gerçekten sesle dolu, dopdolu ve bu nefis ses koridorundan geçerek hikâyenin önerdiği mistik âleme varıyor, ona inanıyoruz.
Hayvanlarla insanların kader yoldaşı olduğu bir alem burası. Yakın dönem Türk sinemasında hayvanların kaderine bu kadar şefkat ve anlayışla, insanınkiyle bu kadar bir tutarak yaklaşan bir film gördüğümü hatırlamıyorum. İster demirden ister etten kemikten, korku dolu ya da çığırtkan, mükemmel ayrıntı çekimlerinden bize bakıyor bütün bu hayvanlar, her şeyi bizim kadar ‘anlıyor’ ya da ‘anlamıyorlar’. Birileri ‘dünyayı anlayamayız, olsa olsa anlamlandırabiliriz’ demişti. ‘Kosmos’, dünyayı anlayamasalar da anlamadıklarını sezen hayvanlar dünyasına koşut insanlar dünyasındaki gafletin hikâyesi (ya da kıssası). İnsanların kaderi de hayvanlarınki gibi beklemek anlaşılan, ama insanlar bu bekleme işini derin ve nafile anlamlarla, bir ‘büyüklenme’yle doldurmaktan geri duramıyorlar. ‘Kosmos’ bu bab’da bekleme’ye beklenti’yi de katıyor; insanlar, bir yerden bir işaret, bir deva geleceği beklentisinde aceleci, arsız ve gerektiğinde de hainler. Halbuki böyle nihai bir ‘vahiy’ fikri, ümidi, vaadi olmadığını söylüyor ‘Kosmos’. Hatta belki filmin adı bunun için kosmos- olay sadece ateş, su, hava ve toprak. Kaldı ki, ‘Kosmos’ kulllandığı yoğun stilizasyon ve yabancılaştırma stratejisi ile ‘bura’ ile ‘şimdi’ ile ilgili bir şey de söylüyor. Herkesin beklemede olduğu, ordu ile sivil arasında, mesihlik ile delilik arasında, ‘hiçbir şey olmuyor’ duygusu ile ‘bir şeyler olacak’ beklentisi arasında bir tür arafta sallanan bir memleket hissi ancak bu kadar güzel aktarılabilirdi.
İddialıyım; ‘Kosmos’, sevenleri tarafından sade suya bir ‘sanat filmi edası’yla açıklanamayacak, sevmeyenleri tarafından da aynı şeyle suçlanamayacak ilk yönetmen sineması filmimiz belki de. (Reha Erdem sineması artık daha da az konuşuyor, bir ara tamamiyle de susabilir aslında- görüntülerle yetinebiliriz, o derece olgun.) Gidip görmek lazım. Özellikle de büyük bir perdede, nefis bir kurgubilim havası da taşıyan bu filmin içine iyice gömülmeli. ‘Kosmos’ bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.
28 Nisan 2010 Çarşamba
sevgilim
His face so soft and wonderous fair
The purest eyes and the strongest hands
I love the ground on where he stands
I love the ground on where he stands
Black is the colour of my true love's hair
Of my true love's hair
Of my true love's hair
Oh, I love my lover, and well he knows
Yes, I love the ground on where he goes
And still I hope that the time will come
When he and I will be as one
When he and I will be as one
When he and I will be as one
So black is the colour of my true love's hair
Of my true love's hair
Of my true love's hair
nina simone
27 Nisan 2010 Salı
edip cansever'den tomris uyar'a
Yaş Değiştirme Törenine Yetişen
Öyle Bir Şiir
Tomris Uyar’a
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
ve yaraşırsa ancak monet’nin
kadınlarına yaraşan giysilerinle
gördüm de
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
öyle kısaydı ki adımların
şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
ölçülür ve denk düşerdi ancak
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
o bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
hani etiler’den hisar’a insek bile
bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
çok yaşında her zamanki çocuksun gene
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
mutfağın mutfak olalı böyle
bir adın vardı senin, tomris uyar’dı
adını yenile bu yıl, ama bak tomris uyar olsun gene
ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
oysa güneş pek batmadı senin evinde
söyle
ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.
Edip Cansever
her satırda, derin bir nefes alıp denizin dibine doğru ilerledim.
23 Nisan 2010 Cuma
şeylerin boktanlığı
şu hayatta kendinize şiçtiğiniz kılıf aslında içinde hiç de olmak istemediğiniz bir şeye dönüştüğünde düşüyorsunuz bu duruma. işinizden bıkıyorsunuz, arkadaşlarınızdan, ailenizden ve belki de kimi zaman ilişkinizden. sizi hiçbir şey mutlu etmemeye başlıyor. bekleme modundan çıkıp, kendinizi oynatmak, ileri geri sarmak, harekete geçirmek istiyorsunuz. mutsuzluğunuzun temeline inip, onu oradan söküp çıkarmak istiyorsunuz.
ben buldum bana tüm bu cümleleri kurduran, beni bin beter eden şeyi. işim.
burada olmaktan, çalışıyor gibi görünmekten çok sıkıldım. burası benim tüm hayatımı etkilemeye başladı. olumsuz yönde tabii ki. buradaki her şey boktan. arkadaşlıklar, yaratılan işler, kurulan ilişkiler, bir avuç insan arasında dönen dedikodular, birlik olamamak. her şey.
burasının ismini şeylerin boktanlığı olarak değiştiriyorum. bundan sonra nerede çalışıyorsun diye soracak olurlarsa şeylerin boktanlığı ajansındayım diyeceğim. cuk oturdu. hadi bay
bir varmış bir yokmuş...
bir adam yaşarmış dünyanın bir yerinde ve her yerinde. adı mı? adı da varmış elbet. kosmos'muş kimi zaman adı. zaman zaman battal. adı önemli değilmiş.
yaşarmış o hayatı duyarak. aşk arayarak gezermiş diyar diyar. yalancıymış. hırsızmış belki. aşıkmış. beklenenmiş. itilip kakılanmış. dayak yiyenmiş. iyilik yapan, üzülenmiş. arayanmış. el üstünde tutulanmış.
inananmış. isyan edenmiş. ağlayanmış çığlık çığlığa. sevenmiş. sevişenmiş. acıları sağaltanmış. yılanmış. yalanmış...
kosmos, evrenmiş. iyiyle, kötünün üzerinde yürüdüğü incecik urganmış. dengeymiş. yaratanmış. kulmuş. köleymiş. kadınmış. erkekmiş. kosmos, ikilemmiş.
kosmos, sınırlar arasında kalan tarafsız bölgeymiş. girilmesi yasakmış.
kosmos'da herkesin başına gelen şey aynıymış. en büyük belaymış.
kosmos yabancıymış. ahlaksızmış aynı zamanda. ve uyumsuzmuş.
koskoca bir meydanmış. savaş alanıymış. virane bir şehir, terk edilmiş evlermiş. sürgün edilen insanların gittiği bir arafmış.
köprülermiş kosmos. iyiyle kötü arasında kopmayan bir bağmış. iyiyi kötüye bağlayan. iyi ve kötünün yer değiştirmesini sağlayan...
cansız bir bedenmiş, gırtlağa dayanan bir bıçak.
yüze inen bir avuç dolusu tokatmış. geçmek bilmeyen zamanmış. geçmekten korkan zamanmış.
ölümmüş. dirimmiş. dirilişmiş.
kosmos, mucizeymiş.
kosmos insanın çığlığıymış.
22 Nisan 2010 Perşembe
hayata karşı fırat tavrı sergilemek istiyorum. hı hı evet!
havada yürümek! hımm iyi fikir.
yeryüzünü görmekten sıkıldım, biraz da havaya basayım diyen bir tek siz değilmişsiniz. negzel olmuş.
via neverneverland
toplu intihara ne dersiniz?
elim varmıyor yazmaya. dünden beri beynimi kemiriyor bu düşünce. biz topluca kafayı yedik, insanlığımızı yitirdik galiba.
siirt'te olan olaylar yüzünden utanç duyuyorum. hepimiz için üzülüyorum.
dün radyoda önce siirt haberini dinliyorum. sonra mecliste, doğudaki savaşı inkar edenlerin yüzüne tokat atarcasına konuşan DTP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel geliyor. erkekler cellaniyorlar, neredeyse bir kaşık suda boğacaklar kadını. ve sonunda kürsüden iniyor Tuncel, "Bu ülkede savaşı destekleyen bir parlamentoda konuşmaktan büyük utanç duyuyorum" sözleri kalıyor geride. Tüm yaşananların müsebbibi bu savaş değil mi? üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimden. oturduğum koltuğa yapışıyorum. burada eriyip gitsem keşke. ya da hepimiz ölsek kendi ellerimizle.
boğazımızda ellerimiz. daha sıkı bastırmalı.
foto
21 Nisan 2010 Çarşamba
minik vader'ların önünü kesmek için:)
allahım ne zaman mutlu olucam ben yaaa:(
20 Nisan 2010 Salı
baş ağrısı
yoksa vururum seni duvara.
söyle o sinüslere de rahat dursunlar. benden bu kadar
16 Nisan 2010 Cuma
15 Nisan 2010 Perşembe
hayırlısı
Ucu kaçtı elimden hayatın
Hızla sönen bir balon gibi uçuşmakta etrafımda hayallerim
Çıkardığı garip sesler yankılanıyor havada
Hayatta iflah olmam ben
En iyisi öleyim
14 Nisan 2010 Çarşamba
garip bir grip
siktir git lütfen.
hadi canım, hadi
12 Nisan 2010 Pazartesi
konuşmak iyidir!
konuşmak lazım konuşmak.
9 Nisan 2010 Cuma
gaddar!
güzel yüzüne kanıp, kalın montları atıp, incecik kadife ceketlerle sokağa salıyoduz kendimizi. kendi adıma konuşayım, kendimi. hepsi seni yüzünden, koca kış hasta olmadım ben. öylesine güçlü bünyem var diye hava atıyordum.
sana dayanamadım. kandırıkçı seni.
7 Nisan 2010 Çarşamba
beynimin içini süpürmeliyim
2 Nisan 2010 Cuma
kürk mantolu sevgilim...
öldürüleli 62 yıl olmuş. en sevdiğim satırların sahibi ben doğmadan yıllar önce ölmüş. ardında büyük bir muamma bırakarak.